BEDELİNİ TOPLUM OLARAK ÖDÜYORUZ
Bir dönem yaşanan olayların daha sonraki dönemlerdeki etkisinin ne olacağını önceden kestirmek kolay olmuyor. Son günlerde şahit olduğumuz bir takım gelişmeler bunu bana bir defa daha hatırlattı. Sizler de okudunuz. Isparta’nın bir ilçesinde Kaymakam Bey Orhan Pamuk’un kitaplarını toplattırma kararı çıkartmış. Anlaşıldığı kadarıyla kendileri Orhan Pamuk’u sevmiyorlar. Gerekçesini tahmin etmeğe bile gerek yok, hepimiz zaten biliyoruz. Arsı-ulusal şöhrete ulaşan yazarımız, pek iyi bildiğinden emin olamadığım Ermeni olayları konusunda ve Güney Doğu’da PKK terörüne ilişkin olarak, genellikle fazla malumat sahibi olmayan bir takım Batılı zevatın yaptığı türden bazı değerlendirmeler yaptı. Bu konuda kendisini eleştirmek özgürlüğüne sahibiz. Ama tepkilerimiz ölçülü ve makul olmak zorundadır. Pamuk bir yazardır. Yazdıklarını beğenip beğenmemekte serbestiz. İsteyen alır kitaplarını okur, istemeyen okumaz. Kitap satışlarına bakılacak olursa, belirli bir başarı düzeyine ulaştığına hükmedebiliriz. Tabii, Pamuk aynı zamanda bir vatandaştır. Fikrini söyler. Akıllıca sözler söylemek, bilgiye dayalı konuşmak gibi bir mecburiyeti de yoktur. Fikrimiz yeterse kendisini eleştiririz. Ama, Kaymakam Bey dahil, hiçbirimizin Pamuk’un veya başkasının kitaplarını toplatmak ve imha etmek gibi bir hakkı bulunmamaktadır. Pekiyi, bunu Kaymakam Bey bilmiyor mu? Soruyu cevaplamadan önce bir başka örneği daha gözden geçirelim.
Anlatacağım ikinci olay da yine bayat haberler arasında yer alıyor. 14 Mart Kadınlar gününde toplum zabıtasının izinsiz gösteri yapan bir kısım kadına uyguladığı sertlik dünyada yankılandı. Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde de sıkıntılara sebep oldu. Biz Türk vatandaşları bile polisimizin bu kadar sert davranmasını, jop yiyerek yere yıkılan insanlara vurmaya devam etmesini anlamlandırmakta güçlük çektik. Sonradan yapılan açıklamalar yeterince ikna edici gözükmedi. Örneğin, bazı kaynaklara göre, göstericiler polislerimizi çok tahrik etmişlerdi. Kimi yetkili ise böyle vakaların her yerde olduğunu ileri sürüyor, Türk polisinin üzerine bu kadar gidilmesinde halisane olmayan niyetlerden söz ediyordu. Bunlar doğru olsa bile, kontrolsuz güç kullanımını haklı göstermiyor. Kaldı ki, “anarşik” yılları hala yakın geçmiş olarak gören bizim kuşak, polisimizin güç kullanmakta pek çekingen olmadığını bilir. Bu olaya bakınca da, insan sormadan edemiyor, polisimiz güç kullanırken bunu maksadını aşan düzeylere çıkarmaması gerektiğini, kendisinin dayakla cezalandırma yetkisinin bulunmadığını bilmiyor muydu?
Şimdi gelin iki soruyu birden cevaplayalım. Gerek Kaymakam Bey gerek polislerimiz, aslında yaptıkları şeyleri yapmaya yasal yetkileri olmadığını bal gibi biliyorlar. Öyle ise neden böyle davranıyorlar? Burada daha önceki dönemlerin etkisi gündeme giriyor. 12 Eylül döneminde, gerek yöneticilerimiz gerek kolluk kuvvvetlerimiz güç ve yetkilerini keyfi biçimde kullanmaya alıştılar. İşkenceler yapıldı, gözaltında iken ölenler oldu. Kitaplar toplatıldı. İnsanlar düşüncelerinden dolayı cezalandırıldılar. Uzun süren sıkıyönetim uygulamaları sırasında kamuoyunun, seçmenin, basının, kısacası yönetilenlerin bu güçleri denetlemesine olanak bırakılmadı. Kimseden hesap sorulmadı. Yapılan işin uluslararası alana nasıl bir skandal olarak yansıdığına da önem verilmedi. Yetkililerimize göre acil bir durumla karşı karşıya idik. Bu durum karşısında herşey mubah idi. Arkadan PKK terörü geldi. Aynı tutum yine devam etti. Yöneticiler kuralsız yönetime, kural ihlallerinin hoşgörülmesine, kural ihlalinden yargıya düştükleri zaman ise himaye edilmeye alıştılar. Hatta yeraltı ile bile ilişkiler görmezlikten gelimndi. Şimdi devir değişti ama alışkanlıklar aynı hızla ve kolaylıkla değişmiyor. Bir kısım kamu görevlisi yine eski alışkanlıklarını sürdürüyor, bildiklerini okuyor.
12 Eylül ve sonrasının etkisi bununla da kalmıyor. Bu dönemde orta ve yüksek öğretime en ağır müdahaleler yapıldı. Tek tip insan yetiştirilmesi için özel gayret gösterildi. Öğrencilere en önemli meziyetin “doğru” ideolojiyle donatılmak olduğu benimsetilmeye çalışıldı. Düşünmek, sorgulamak değil, bir takım dar düşünce kalıplarının içine sıkışarak ortama uymak üstün tutuldu. Eğitim sistemimizde zaten her zaman ezberci, doktrinci bir eğilim vardı ama bu zaaf 12 Eylül sonrasında iyice güçlendirildi. Kitap toplattırıcısı ve imha edicisi kaymakamımız bu tür bir eğitim sisteminin ürünü. Siyaset ya da hukuk okumuş olmasına rağmen, eminim ki düşünce ve ifade özgürlüğü kavramlarıyla yakınen tanışma fırsatı bulamamış, “güçlü devlet”, “tehlikeli fikirleri yasaklamak” gibi bir takım teranelerle yetişmiştir. Anılan özgürlükleri devletin vatandaşla ilişkilerine yön veren ilkeler değil, Batı’dan gelen bir takım süslü laflar olarak değerlendirmektedir. Yaptığı işin ülkesini uluslararası alanda ne kadar müşkül duruma düşüreceğini takdirden acizdir, zaten dünyanın ne dediği umurunda da değildir çünkü muhtemelen, yabancıları sadece bizim kötülüğümüzü isteyen, bizi bölmeye çalışan insanlar olarak görmektedir.
Değişim hızlandıkça, geçmişin sonuçları sırtımıza yükleniyor. Hoşgörüden uzak, demokrasi ilkelerine kuşkuyla yaklaşan kuşaklar görev başında. Onların yaptıklarının bedelini toplum olarak ödüyoruz, ödeyeceğiz. Bir yandan da demokrasi terbiyesi almış yeni kuşakların bir an önce göreve başlamalarını bekleyeceğiz. Ya sabır!