DUYGULARIN DEĞİL AKLIN EGEMEN OLMASINI ÜMİT EDELİM
Avrupa Birliği, Avrupa Ekonomik Topluğu olarak kurulduğundan itibaren Türk toplumu bu kuruluşla önce ilişkisini başlatmak, sonra da geliştirmek için mücadele vermiştir. Roma Antlaşması ilk yürürlüğe girdiğinde “gelecekte ben de sizin bir parçanız olmak istiyorum” diyen iki ülkeden biri Türkiye idi. 1960 askeri müdahalesi nedeniyle AET ile ilişkilerin ilerlemesine bir süre ara verildiyse de, sizlerin de bildiğiniz gibi, 1963’te imzaladığımız Ankara Antlaşması ile ilişkiler tekrar belirli bir çizgide ilerlemeye başlamıştı. Ancak, ilişkilerin her zaman hızlı bir biçimde geliştiğini söylemek mümkün gözükmüyor. Aksayarak ilerleyen ilişkinin sorumlusunun, son dönemler bir yana bırakılacak olursa, kendimiz olduğunu da teslim etmemiz gerekiyor. .
Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Bloku içinde yer aldı. Türkiye’nin NATO üyesi olması Avrupa’dan kaynaklanan bir arzu değildi. Amerika, Kıta’nın savunmasını planlarken, Türkiye’nin de bu tasavvurun bir parçası olmasını zorunlu gördü. Türkiye’nin aralarına katılmasının bir yandan savunma alanını çok genişleteceğinden endişe eden, diğer yandan Amerika’nın kendilerine tahsis edeceği maddi desteğin zayıflayacağı hesaplarını yapan Avrupa takımı ise, bu yeni dostlarını mecburiyetten kabul etti. Ancak, iki kutuplu dünyanın devam etmesi esnasında, Türkiye’nin Batı Avrupa’nın bir parçası olduğu düşüncesi olağanlaştı.
Savunma odaklı birliktelik, ülkelerin ulusal askeri güç ve olanaklarını geliştirmeyi, standartlaştırmayı, birlikte hareket edebilme kabiliyetlerini arttırmayı hedefliyordu. Silahlı kuvvetler her ülkenin kendi emrinde idi. Ortak bir eylem yapmak için herkesin ortak karar alması gerekiyordu. Başka türlü ifade edecek olursak, ülkelerin her biri kendi egemenliğini koruyor, değişmesi gerekmiyordu. Blok demokrasiyle yönetilen ülkelerden oluştuğu için, blok üyelerinin demokrasi ile yönetilmesi tercih edilmekle birlikte, savunma endişesi önde geldiğinden, demokratik yönetimden sapmalar dahi belirli bir anlayışla karşılanıyordu. Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yönelirken, her biri bağımsız olan aktörler arasında yeni bir iktisadi işbirliği projesinin bir parçası olacağını hesapladı. Yoksa, aklında siyasetini, iktisadi anlayışlarını değiştirmek, egemenliğini paylaşmak türünden düşünceler yoktu. Hatta, Katma Protokol
çerçevesinde gümrükleri indirmek söz konusu olduğunda, bundan kaçınmak için önce gümrükleri yükseltmiş, sonra indirerek herhangi bir değişiklik yapmamamıştı.
Avrupa Ekonomik Topluluğu, zaman içinde iktisadi ve bütünleşme yolunda ilerlemeye başladı. Türkiye’ye yön veren düşünce kalıpları ise, kendi içine dönüklük, kendine yeterlilik, dışa kapalılık üzerine kurulmuştu. Daha önceki tarihi tecrübemizin etkisi altında, piyasalarımızı yabancı sermaye ve mallara kapatmanın iyi birşey olduğunu düşünüyorduk. “Onlar ortak, biz pazar” özdeyişi hepimizin hoşuna gidiyordu. İthal ikamesi amacıyla kurulmuş özel sermayeli sanayiimiz, dışa kapalılıktan memnundu. Ticarette rekabet zayıf, kar hadleri yüksekti. İçinden çıkılmaz döviz sıkıntılarına düşünceye kadar da bu böyle devam etti. Siyaset alanın da ise, devletimiz topluma hükmetmeye zaten alışkındı. Demokrasi, insan hakları gibi gerekçelerin gücünü sınırlamasını istemiyordu.
Pekiyi, öyle ise Avrupa Birliği ile üyeliğe giden bir ilişkiyi neden geliştirmek istiyorduk? Gerek güvenliğimiz, gerek iktisadi çıkarlarımız böyle bir ilişkinin gelişmesini gerektiriyordu da ondan. Yoksa çoğumuz AB üyesi bazı ülkelerin ve bir kısım AB kurumlarının Türkiye’ye karşı terbiyesiz ve saygısızlığa varan eylemlerine dönem dönem isyan ediyorduk. Olaya Avrupa Birliği açısından baktığınız zaman da farklı birşey söylememiz mümkün değil. Onlar da Türkiye’nin aralarına katılması için sabırsızlanmıyorlardı. Kimine göre Türkiye’nin demokrasisinde aksayan çok yön vardı. Kimine göre Türkiye yeterince Avrupalı (çoğu zaman bundan Hırıstiyanlık kastediliyordu) değildi. Bu büyüklükte ve diğerlerine nazaran fakir bir ülkeyi AB hazmedemezdi. Fakat güvenlik ve iktisadi menfaatler, Türkiye’nin dışlanmasına engel teşkil ediyordu. Varşova Paktı’nın çökmesi bir süre güvenlik endişelerini hafifletir gibi olmuş, fakat kısa bir süre sonra ortaya çıkan yeni güvenlik sorunlarının giderilmesinde yine Türkiye’nin kolay vazgeçilemeyecek bir güç unsuru olduğu anlaşılmıştı.