ÜMİT FAKİRİN EKMEĞİDİR!
Avrupa Birliği ile gelişen ilişkilerimizin pek sık anılmayan bir yararı var. Çoğu zaman hükümetlerimiz yapmaları gereken i?şeri başkaları uyarmadan yapmıyorlar. Başta AB olmak üzere, dış dünyadan gelen dürtüler içte gerçekleşen değişikliklerin başlıca itici güçlerinden birini oluşturuyor. Ne demek istediğimi daha açık ifadeye çalışayım. Hangi partilerden oluştuşuna bakılmaksızın, bizim iktidarlarımız seçmen nezdinde popüler olmayacağını tahmin ettikleri işlere girişmiyorlar. Rahatsızlık yaratsalar da, bazı işlerin mutlaka yapılması gerektiğini kabullenemiyorlar. Sorunlar görmezlikten gelinmesi, altından kalkılması olanaksız bir düzeye gelince, bu sefer uluslararası baskılar altında gereğini yerine getiriyorlar.
Zorluk iktisadi alanda ise, biliyorsunuz, adres IMF. Kendiliğinden başvurmak zorunda kaldığımız bu kuruluşun koşullarını, tavsiyelerini benimsemek durumundayız. Bir yandan da her daim şikayet halindeyiz. İlginçtir, bizi IMF’e götüren hükümetler de baş şikayetçi. Hem ağlıyoruz, hem gidiyoruz, fakat giderken gerekeni de yapıyoruz. Ekonomi istikrar kazanıyor, daha rasyonel esaslara göre işlemeye başlıyor. Sorun siyasi alanda ise, genelde Avrupa kurumları tercih ediliyor. Ama burada bir fark var. iktisadi konularda uluslararası kurumlara başvuran genellikle devlet. Siyasi konularda ise vatandaşın süreci harekete geçirmesi söz konusu. Demokratikleşme ve insan haklarının daha titizce gözetilmesi talepleri bireyin devlet karşısında güçlendirilmesini, devletin gücünün ve müdahale alanlarının sınırlandırılmasını gerektiriyor. Dolayısıyla devlet bu konularda değişiklik getirme için pek istekli değil. iş topluma ve Avrupa kurumlarına düşüyor.
Avrupa kurumlarının karışmadıkları işimiz yok desek yeridir. Örneğin, etnik farklılaşma ve çoğulculuk talepleri önce yurdumuzdan AB mercilerine ulaşıyor, sonra onlar bizden değişiklik yapmamızı talep ediyorlar, biz de oflaya puflaya bazı değişiklikleri gerçekleştiriyoruz. Değişiklikleri yaptıktan sonra bile, uygulamada bunları anlamsız duruma sokmaya gayret edebiliyoruz. Fakat, en sonunda, aynen iktisadi konularda olduğu gibi, hem atlayıp hem gidiyoruz. Avrupalıların bizi bölmek istediğini, hepsinin kötü niyetli olduğunu filan ilan ederken, kargaşa sırasında bazı güçlükleri de aşıyoruz. Keza azınlık haklarında da şimdilerde benzer bir süreç yaşanıyor. Uzun süredir yapılan ısrarlı uyarılar karşısında önce sessiz kaldık, sorun yokmuş gibi hareket ettik. Nihayet konuyla ilgilenmeye, örneğin cemaat vakıflarının yaşamalarının ve kendilerini geliştirmelerinin tabii olduğunu görmeye başladık. Herhalde gün gelecek, azınlıkların kendi kurumlarını geliştirmelerinin, diğer vatandaşlardan farklı kurallara tabi olmadan yaşamalarının istenilen bir durum olduğunu da kabul edeceğiz.
Geçtiğimiz hafta, Avrupa Konseyi’nin bir kurumu olan Avrupa insan Hakları Mahkemesi, bir vatandaşımızın başvurusu üzerine, ülkemizde okutulan din derslerine Alevi inancındaki vatandaşlarımızın gitmeye mecbur bırakılamayacağını karara bağladı. Bundan tabii bir karar olamaz. Maalesef, ülkemizdeki din dersleri, bir mezhebin yorumunun tatbikatını aktarmayı öngören biçimde yürütülüyor. Ailesi hangi inançtan gelirse gelsin, tüm orta öğretimdeki öğrencilerin din dersi alması anayasa emri. Din dersleri anayasal bir zorunluluk haline getirildikten sonra bu işi uygulamaya pek hevesli idareciler, Hırıstiyan ve Musevi çocukları bile bu derslere sokmaya kalkıştılar da sonradan ülkenin taraf olduğu Lozan başta olmak üzere bir kısım antlaşmaları hatırlayıp, bu ısrarlarından vazgeçtiler. Rivayet odur ki, küçük yerlerde bir kısım zorba amirler, Suryani, Keldani gibi Hırıstiyan inançlarına sahip çocukları din dersi almaya zorlamaya devam etmişler.
Din derslerinin anayasal mecburiyete dönüştürülmesi Atatürk’e ve ideallerine bağlılıklarında (laf düzeyinde) kimseye pabuç bırakmayan 12 Eylül generallerimizin işidir. Talihin garip bir tecellisi olarak, bunu düzeltmek kimine göre aşırı dindar, kimine göre dinci olan günümüz iktidarına düşmektedir. Bunu yapabilecekler mi? Zor. Dini eğitimin yaygınlaştırılmasını tabii bulan bir zihniyetin temsilcileri, din derslerinin ihtiyari kılınmasında öncülük yapacak olurlarsa, bunu yandaşlarına açıklamakta zorlanırlar. Herhalde din derslerinde çoğunluk inançları yanında başkalarına da birkaç sayfa ayrılacak, sorun böylece aşılmaya çalışılacaktır. Fakat hükümetin iyimser olmasını tavsiye etmem. Bir inanca üstünlük tanıyan dini örgütlenme ve eğitimle ilgili yasalarımızın değişmesi için yeni baskılar, yeni mahkeme kararları mutlaka gelecektir. Düşünebiliyormusunuz ki, Alevilik din mi değil mi tartışması yapan, doğru cevabı da çoğunluk mezhebinin din işlerine bakan devlet dairesi başkanından soran bir toplumuz biz. Daha ciddi bir özgürlük ve hoşgörü uygulamasına yönelmek zorundayız. Burada AB değişimi destekleyen çıpa hizmeti verecektir.