NELER OLDUĞUNU ANLAYAN BANA ANLATSIN !
İnsanlar karşılaştıkları karmaşık dünyayı anlamlandırmak için bir takım açıklama çerçeveleri oluşturmaya çalışırlar. Çoğu kişinin gözledikleri karmaşıklıktan anlamlı sonuçlar çıkarmak için donanımları yoktur. Bu kişiler, donanımının yeterli olduğunu düşündükleri insanları bularak onlardan ipuçları yakalamaya, kavramsal çerçeveler edinmeğe çalışırlar. Hatta, belirli bir alandaki gelişmeleri izleyerek, onları anlamlandıran ve diğerlerinin de olayları anlamasına yardımcı olan kişilere “guru,” “pundit” gibi sıfatlar da yakıştırılır. Şu sıralarda bendenizin Türk hükümetinin neler yaptığını, neyi amaçladığını, nereye varmak istediğini açıklayacak bir guruya ihtiyacım var. Hernakadar zaman zaman kendim de olayları anlamlandırmaya çalışsam ve bazı bazı bunu becerebildiğim söylense bile, şu anda kendimi aciz ve yardıma muhtaç hissediyorum dediğimde samimi duygularımı dile getirmiş oluyorum.
Hükümetimiz 17 Aralık 2004 tarihine kadar ülkemizi Avrupa Birliği üyeliği yolunda götürdü. Türkiye’nin üyelik için müzakerelere başlayacağını tescil ettirdi. Müzakerelere başlama tarihi bile belli oldu. Ondan sonrası biraz karışık. Kamuoyuna sorarsanız, hükümetin uzun süredir AB ile ilgili fazla bir iş yaptığı yok. Yeni yasaların çıkarılması gerekiyor ama bu konuda ağırdan alınıyor. Bir başmüzakereci atanması ve müzakere takımlarının oluşturulması lazım ama Sayın Başbakanımız bu konuda acele olmadığını söylüyor. Biz AB’ne gerçekten girmek istiyor muyuz diye soracak olsanız, “Bu ne biçim soru, tabii ki giremek istiyoruz” yanıtını alırsınız ama diğer yandan Avrupa’nın bizi parçalamak istediğini de duyabilirsiniz. Gazeteler, Türk hükümetinin izlediği yolun AB’nde de hayal kırıklığı yarattığını yazıyorlar ama hükümet yetkilileri bunun doğru olmadığını ifade ediyorlar. Hangisi doğru? Kime inanmak istersin diye soracak olursanız, ben hükümete inanmayı isterim ama gördüklerimle duyduklarım arasında sanki bir miktar uyumsuzluk var gibi geliyor bana.
Son zamanlarda ABD ile de sıkıntılı günler geçiriyorduk. Dostumuzun Irak’ta yaptığı işleri onaylamıyor, Türkmenlere karşı yeterince ilgi gösterilmemesinden yakınıyor, PKK ile ilgili olarak herhangi bir girişimde bulunulmamasını kabul edilemez buluyorduk. Rivayete göre daha vahim şeyler
de söylüyorduk. Örneğin huzurda “Gerekirse NATO’dan çıkabiliriz” türünden fikirler beyan eden dış politika mütehassısı zevata başbakanımız bunun “düşünülebilecek” bir şey olduğunu bildiriyormuş. Fakat geçtiğimiz hafta ortasında herşey değişti. Başbakanımızın ağzından Amerika ve Türkiye’nin çok yakın iki müttefik olduğunu, ABD’nin Türkiye’ye karşı gösterdiği ilgi ve desteğin unutulacak türden olmadığını, gelecekte de yakın işbirliği içinde olacaklarını memnuniyetle öğrendik. Kısa süre içinde yapılan farklı değerlendirmeler karşısında kafamın karışık olmasını anlayışla karşılayacağınızı ümit ederim. Galiba kusur sadece kulunuzdan kaynaklanmıyor.
Unutuyordum, biz uzun süredir Uluslararası Para Fonu ile niyet mektubu konusunda cebelleşiyoruz. Hükümetin bazı beyanları sanki IMF ile yeni program üzerinde anlaşmak istemediğimiz izlenimi veriyordu. “Yapıyoruz, bitti, bitecek” diye bir hayli vakit kaybettik. Sanıyorum samimiyetimizden kuşku duyanlar bile çıktı. Geçen hafta ortası bir de gazeteyi açtık ki, niyet mektubu imzalanmış, yola çıkmış bile. Son günlerde ne oldu, IMF ne yaptı, biz ne elde ettik de daha önceki nazlı tutumumuzu değiştirdik? İmza işlemi tamamlanmadan birşeyler olmuştur ama hükümetimiz açıklama yapmayınca, olanları anlamakta güçlük çekiyorsak tek sorunun ihatamızın kıtlığı olmadığı berraklığa kavuşuyor.
Başbakanımız yakında İsrail’e gidecek. Bu olumlu bir olaydır. Orta Doğu’da İsrail’i dışlayarak, onunla işbirliğinden tamamen uzak durarak barışı gerçekleştirmek olanaksızdır. Dış ilişkileri açısından da İsrail ile benzerliğimiz vardır. Bu ülke ile ilişkilerimiz Birleşik Devletler’le olan ilişkilerimizi etkiler. Ancak, pek de uzak olmayan bir süre önce başbakanımız bu ülke ve başbakanı hakkında pek takdirkarane olmadığını hatırladığım sözler sarfetmişti. Hatta kimine göre bu sözler yenir yutulur türden değildi. Bir dost ülkenin siyasi liderlerine böyle sözler söylenmezdi ama ne yapalım, başbakanımız içinden geldiği gibi konuşmuştu. Ancak, o konuşmaları yapanların şimdi yolcu olmaları biraz olsun açıklanmağa muhtaç gibi geliyor bana, bilmem yanılıyor muyum?
Daha yazının başında itiraf ettim, bu işlere benim aklım ermiyor. Neler olduğunu bana açıklayacak birisine ihtiyacım var. Yine de cehaletin verdiği cesaretle sormadan edemiyorum: Acaba hükmetimiz, biraz ulusal düzeyde iktidara yabancı olmasından dolayı, biraz da kendinden olmayan kimseye güvenmediği için çoğu işini amatörce yürütmesi sonucu bir süre safca bir dış politika romantizmi kovalayarak yalpaladıktan sonra, dış politikanın maceraya müsait olmadığını anladı da Türkiye’nin alışılagelmiş dış siyaset çizgisine geri mi dönüyor, yoksa günlük gelişmeler ışığına bu günlerde böyle konuşmak icap ediyor diye düşünüp “yeni ufuklara” açılmak üzere ortalığın sakinleşmesini mi bekliyor? Ne dersiniz? Belki beni aydınlatabilirsiniz.