DIŞ İLİŞKİLERDE ÇOK BOYUTLU DÜŞÜNEBİLMEK
Avrupa Birliği ile müzakerelerin başlaması için yapılan görüşmeler öncesi, sırası ve sonrasında yapılan çeşitli değerlendirmelere bakıldığı zaman, bunların önemli bir bölümünün tek boyutlu düşünce ürünü olduğu dikkati çekiyor. Tek boyutlu düşünceden kastettiğim, Türkiye’nin tek ilişkisi AB ile olanıymış, başka herhangi önemli dış ilişkisi yokmuş ya da Türkiye’nin AB ilişkisinin diğer ilişkilerini etkilemezmiş varsayımı üzerine kurulu akıl yürütmeler. Buna sadece kendi dertlerinin önemine inanmayı, karşındakinin de bir kısım haklı çıkarları, istekleri ve dertleri olduğunu algılamamayı, bunun tabii sonucu olarak da uzlaşının karşılıklı alma-vermeden oluştuğunu unutarak kendi isteklerini karşındaki ödünsüz kabul ettirmenin mümkün olduğunu iddia etmeyi ekleyebilirsiniz. Örneğin, “müzakere çerçeve belgesini yırtar atardım” diye demeç veren bir muhalefet partisi sözcüsünün, bu parlak tavsiyesini ayrıntılı ve çok boyutlu düşünerek ifade ettiğini benimsemekte zorlanıyorum. Herhalde, bu tür düşünceleri açıklayan sözcü ve benzer akıl yürüten diğerleri, söze başlamadan önce kendilerine biraz düşünme fırsatı tanısalar, daha çok boyutlu bir değerlendirme yapmalarının isabetini göreceklerdir. Belki yanılıyorum ama, hissedebildiğim kadar, vatandaşlarımız da siyasi liderlerden kahvelerde zaten hergün işittikleri türden değerlendirmeler dinlemeyi istemiyorlar. Daha seviyeli analizler bekliyorlar. Dolayısıyla, tek boyutlu değerlendirmelerin, bunları yapanların beklediği kadar büyük bir siyasi getirisi olduğunu sanmıyorum.
Türkiye’nin dış ilişkilerini düzenlerken gözönünde bulundurmak zorunda olduğu dört ayrı güç odağı olduğundan söz edebiliriz. Bunlardan ilki kendisine toplumsal model olarak seçtiği, başta demokrasi ve insan hakları olmak üzere değerlerini benimsediği, dış ticaretinin büyük bölümünü yaptığı ve en nihayet içinde yer almak istediği Avrupa Birliği. Tabii, Avrupa Birliği’nin kendisi tam bir birlik değil. Her biri kendi çıkarını kollamayı ihmal etmeyen yirmi beş üyeden oluşuyor. İkinci odak, iki kutuplu dünyanın yıkılmasıyla tek süper güç statüsüne yükselen, NATO’da müttefikimiz olan, zaman zaman sorunlu ilişkiler yaşamamıza rağmen rağmen güvenliğimiz açısından her zaman işbirliği yapmamız gereken Birleşik Devletlerdir. Üçüncü odak, tarihimizin önemli bir bölümünde ve Soğuk Savaş boyunca hasmane ilişkileri yürüttüğümüz, şimdilerde ortak diye baktığımız Rusya. Dördüncüsünü aslında güç odağı diye isimlendirmek yanıltıcı olur, ülkeler grubu demek daha doğru olacak. Bu grupta
bir yandan doüu ve güney komşularımız, diğer yandan hemhudut olmasak bile tarihi-kültürel bağlarımız olan Türk ve nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler yer alıyor. Türkiye dış ilişkilerini düzenlerken, eylemlerinin bu dört odak üzerindeki etkilerini değerlendirmek zorundadır. Şüphesiz her eylem her odağı ilgilendirmeyebilir. Bazı eylemlerin sonuçları diğerlerine nazaran daha kapsamlı daha uzun vadeli olup, daha fazla sayıda ülkeyi daha yakından ilgilendirebilir. Bir eylem bazı odaklar tarafından memnuniyetle karşılanırken, diğerleri tarafından arzulanmayabilit. Dış siyasetteki maharet, bu odakların her birinin potansiyelinden yararlanmak, diğerlerini Türkiye’nin arzuladığı davranışlar yönünde etkilemektir.
Söylediklerimizi örneklerle somutlaştırmaya çalışalım. Örneğin, Türkiye açısından sunduğu iktisadi olanaklar geniş olmakla birlikte, AB Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarına cevap verecek konumda değildir. Balkanlarda dahi kan dökülmesini önlemek ancak Birleşik Devletler’in bu işin önderliği üstlenmesi sonrasında imkan dahiline girmiştir. Buna karşılık, Birleşik Devletler sorunların çözümünde silah kullanmaya biraz fazla hazır gözükmekte, silah kullanmaya karar verdiği zaman dostlarının da kendisine katılmasını arzulamaktadır. Türkiye Irak’ta savaşa girmemeyi biraz da AB ile olan yakınlığı sayesinde gerçekleştirebilmiştir. Rusya ile ilişkilerimiz düzenli bir gelişme çizgisine oturmuştur. Geçmişte karşılıklı güvensizlikle nitelenen ilişkilerin yerini işbirliği almaktadır. Ancak, Türkiye’nin NATO ve AB ile ilişkilerinin zayıflaması durumunda Kuzey komşumuzun bugünkü çizgiyi mi devam ettireceği, yoksa daha hükmedici bir tutum içine mi gireceği belli değildir. Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerimiz son dönemlerde giderek artmakta, derinleşmektedir. Acaba Türkiye Batı ittifakı içinde yer almasa ve AB’ne üyeliği söz konusu olmasa, Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkileri bugünkü gibi seyreder miydi? Başka hiçbir sebeple olmasa dahi, sadece iktisadi ortama güven açısından Arap dünyasının Türkiye’ye yatırımn yapmakta çok daha çekingen davranacağını söylemek sanıyorum yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerine başlamasında ABD’nin katkısı olmuş, Türkiye’nin diğer odaklarla ilişkileri, AB’nin bazı konularda makul olmayan istekleri karşısında Türkiye’nin direnmesine olanak vermiştir.