SİYASET PENCERESİ
YENİ BİR BÜTÜNLEŞME STRATEJİSİNE İHTİYAÇ VAR
İlter TURAN
Leyla Zana ve arkadaşlarının, Leyla Zana’ya 1995 yılında verilmiş bulunan Andrei Saharov Özgürlük Mücadelesi Ödülünü almak için Avrupa Parlamentosu’na yaptıkları seyahatte ne mesaj verecekleri, nasıl davranacakları merakla bekleniyordu. Eski milletvekilleri yeşil pasaportlarıyla VIP salonundan geçerek yurtdışına gittiler ve ödül törenine katıldılar. Hapiste uzun bir süre geçirmiş olmasına rağmen, Leyla Zana bu deneyimini ön plana çıkaran bir konuşma yapmadı. Türkiye’de son dönemde gerçekleştirilen değişikliklerden övgüyle söz etti. Barış, kardeşlik ve dialog yoluyla çözüm üretmek temalarını işledi. Kürt halkının azınlık olmadığını, kurucu unsur olduğunu dile getirdi. Avrupalıları yanlış değerlendirmeler yaptıkları için uyardı. Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu söyledi. Avrupa parlamentosunda yaptığı konuşmanın ardından yaptığı basın toplantısında da tahrik edici sorular karşısında da konuşması sırasında sergilediği tavrı değiştirmediği anlaşılıyor.
Leyla Zana’nın konuşmasının Türkiye’nin iç politikasında yeni bir devrin açılışını simgelediği çoğu gözlemci tarafından dile getiriliyor. Aslında bir devir açılmasından söz edilecek olursa, bunun Kürtçe kurslar düzenlenmesine izin verilmesi ve televizyonda Kürtçe yayınlara başlanmasıyla gerçekleştiğini söylemek daha doğru olacaktır. Leyla Zana ve arkadaşlarının şu anda serbest olması da o dönemde ortaya çıkan anlayış ve yasa değişikliklerinin bir ürünüdür. Yine de bir dönem ancak bir başka partinin listesine dahil edilmek yoluyla milletvekili seçilen, parlamento düzeni dışında yemin ederek gösteri düzenleyen, bilahare yaptığı eylemle mütenasip olmayan derecede ağır bir cezaya uğratılan ve böylece sembolleşen bir kişinin bugün Türkiye’nin geleceğini şekillendirmekte rolü olacak kurumlarda konuşmalar yapması ve mesajlar vermesi önemlidir. Görmezlikten gelinemez, küçümsenemez.
Bütün bu gelişmelere rağmen Türkiye’nin karşısındaki temel sorun duruyor. Ülkemiz henüz kendisini Türk çoğunluktan ayrı gören, annesinden öğrendiği ve evinde konuştuğu dil Türkçeden farklı olan insanlara nasıl yaklaşacağını belirlemiş değil. Geçmişte bu farklar resmi düzeyde yokmuş gibi kabul edildi. Uygulanan muhtelif politikalar sonucunda toplumun türdeşleşeceği varsayımı benimsendi. Eğer böyle bir yaklaşım izlenmezse, toplumun birarada
tutunamayacağı, dağılacağı; herhangi bir grupa gösterilen anlayışın derhal diğer gruplara da sirayet edecceği, ayrılıkçılığa zemin oluşturacağı ileri sürüldü. Bu tür bir yaklaşımın katıksız uygulanması, bir ihtimal, iç barışımızı uzun süre ihlal eden hareketlere de zemin teşkil eti. Silahlı Kuvvetlerimizin, toplumun da özverisi ile bu hareketlere karşı yürüttüğü mücadele sonuç verdi ve tekrar huzur iade edildi. Fakat, o güne kadar yapılan uygulamaların değişmesi gerektiği de belli oldu.
Ülkemizin yaşadığı bunca güçlüğe rağmen, yukarda sözünü ettiğimiz dil öğrenme ve yayın alanındaki yenileşmeler, kendi sorunlarımıza çözümler üretmek için giriştiğimiz bir çabanın ürünü olmaktan ziyade, Avrupa Birliği ile ilişkilerin ilerlemesi için yerine getirmemiz istenen hususların bir parçası olarak gerçekleştirildi. İsterseniz sorunu bir başka türlü ifade edeyim: Ben, ülkemizin bünyesinde barındırdığı farklı kültürlerle ilgili bir politikası, daha doğrusu stratejisi olduğunu zannetmiyorum. Böyle olunca da genellikle Türkiye’nin dışından gelen telkin ve taleplere cevaben birşeyler yapmağa çalışıyoruz. Yanlış anlaşılmasın. Tabii ki Türkiye uluslararası sistemden gelen değişim baskılarını görmezlikten gelemez. Ayrıca, müsterih olabiliriz. Bu baskıların tümü, bir kısım kuşkucu düşünürümüzün iddia ettiği gibi, Türkiye’yi bölmeyi ya da parçalamayı hedeflememektedir. Ancak, geleceği nasıl şekillendirmek istediğimiz konusunda bir hazırlığımız olması, yaptıklarımızı da bu çerçevenin yönlendirmesi zorunludur. Aksi takdirde inisyatifi başkalarına kaptırırız. Biz sadece bizden beklenenlere ve istenenlere olumlu ya da olumsuz tepkiler vermekle yetiniriz.
Leyla Zana’nın konuşması ümit ederim ki hepimizin toplumumuzu oluşturan farklı sosyolojik oluşumları nasıl bir bütünsellik çerçevesinde ele almamızın uygun olacağı üzerinde düşünce üretmemizi teşvik edecektir. Örneğin Leyla Zana, “bir azınlık değiliz, çoğunluğuz, kurucu unsuruz” demiştir. “Diyalog” demiştir. Bu kavramların herkesin üzerinde anlaştığı standart anlamları yoktur. Kavramlar oturmuş hukuk deyimleri de değildir. Diyalog kimler arasında olur, yoksa kastedilen diyalog değil özgür bir tartışma ortamı mıdır? Ülkemizde bugün kullanıldığı biçimiyle azınlık deyimi toplumsal ve siyasal ihtiyaçlara cevap vermekte midir? Bütün bu soruların yanıtını ararken, devletler hukukunun temel ilke ve değerleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ülkemizin taraf olduğu diğer antlaşmalar bize yol gösterecektir. Ama demokrasi ve insan hakları çerçevesinde nasıl bir bütünlük sağlayacağımıza kendimiz karar vermeliyiz. Sorunu başkalarının Türkiye’ye dönük düşünceleri zemininden Türkiye’nin ulusal bütünlük stratejisine doğru kaydırmak gerekiyor. Başkaları iyi niyetli olsalar da, bizim iyiliğimizi bizim kadar düşünemezler.