İŞLER PEK İYİYE GİTMİYOR
Birkaç ay geriye doğru düşününüz. Neler hatırlayacaksınız? Enflasyon ve faiz oranları hızla düşüyor. Ekonomi canlanıyor. Yabancılar, başta bankalar olmak üzere, Türk işletmelerini daha önce tahayyül etmekte dahi zorluk çektiğimiz fiyatlarla satın alıyorlar. Vatandaşlar gayri menkul almak için kredi kuyruğunda, müteahhitler memnun. İhracatımız yükseliş trendini sürdürüyor. Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinin ilk aşaması olan tarama süreci başlamak üzere. Geleceği en parlak ülkelerden biri olduğumuz konuşuluyor.
Geçmişi bırakıp biraz da bugüne gelelim. Şimdi neler görüyorsunuz? Her an daha derin bir iktisadi krize yuvarlanmasından korkulan, karşılaştığı şartlar altında ezilen, sorunlarıyla nasıl başedeceğini kestiremeyen, sağa sola savrulan, karşılaştığı her sorunu geçici bir takım tedbirlerle aşmaya çalışan fakat aldığı önlemlerin sonuçlarını iyi değerlendiremediği için yükselen tepkiler karşısında hemen karar değiştirebilen yönetime sahip bir ülke. Uluslararası alanda da sıkıntılarımız var. Avrupa Birliği ile ilişkilerde beklenen gelişme bir türlü ortaya çıkmıyor. Bu ilişkinin gerektirdiği reform sürecinde ciddi bir yavaşlama var. AB ile ilişkilerin yürütülmesiyle yükümlü bakan aynı zamanda iktisattan sorumlu olduğundan, şu sıralarda vaktini bunalımlarla başetmeğe tahsis etmek mecburiyetinde. AB işlerini yürütecek bürokratik örgütlenme bir türlü gerçekleştirilemiyor. Henüz Türkiye nereye gidiyor diye sorulmuyor ama hükümetin işleri iyi götüremediği konusunda yaygın bir endişe var.
Sorun nereden kaynaklanıyor? Sanıyorum, çözümlememize hükümetimizin dışlanmışların hükümeti olduğu noktasından başlamamız isabetli olur. Bir kısmı dinci, bir kısmı dindar bir kadronun tek başına iktidar olması Cumhuriyet tarihimizde bir ilk. Bu kadro iktidarda iken bile kendini mağdur hissediyor. Bu duygu Cumhuriyetin laik bünyesinin seçimle gelen iktidarlar tarafından kolaylıkla değiştirilemeyecek kadar sağlam olmasından kaynaklanıyor. Her istedikleri olmayınca, iktidar partimizin ileri gelenlerinin ve seçmenlerinin bir bölümü kendilerine haksızlık yapıldığını sanıyorlar. Demokrasinin kimsenin her istediğini yapamadığı bir rejim olduğunu anlamak istemiyorlar. Bu durum karşısında, acaba gizli bir rejim değiştirme özlemi ile mi karşı karşıyayız türünden endişeler yoğunlaşıyor, siyaset hayatımıza gereksiz bir gerilim ortamı hakim oluyor.
Daha önceleri de vurgulamış olduğumuz gibi, iktidara cemaatçilik anlayışı hakim. Burada kastettiğim dini cemaatler değil, lider kadrosunun dahi, sosyolojik manada, dünyayı cemaat çerçevesinden görmesi. Cemiyetlerde toplum yönetiminin, herbirinin yetki ve sorumlulukları belirlenmiş rollerden (görevlerden) oluşan bir ilişkiler ağı tarafından gerçekleştirilmesi öngörülür. Bu görevlere gelmek de bazı kurallara bağlıdır. Bunun başında da liyakat gelir. Cematlerde ise kişi ile işgal ettiği görev arasında bir rol tefriki yoktur, ikisi kaynaşıktır, daha doğrusu roller belirsizdir, bulanıktır. Göreve gelmenin birinci şartı liyakat değil, başta lider olmak üzere cemaat önder ve üyelerine sadakattir. Hatta, bundan daha da öteye, cemaatten olmayan bir kişinin salt liyakat, siyasi tarafsızlık gibi gerekçelerle göreve getirilmesi düşünülemez bile. Bir cemaat üyesinin birinci görevi cemaat üyelerini cemaatten olmayanlara karşı kural tanımaksızın kollama ve korumasıdır. Bu ortamda, herhangi bir cemaat üyesine dışarıdan yöneltilen eleştiriler, ona kötülük yapmak isteyenlerin, cemaatin dayanışmasını bozmak isteyenlerin haksız saldırılardan ibarettir. Başka bir deyimle, eleştiri cemiyet ortamında olduğu gibi, bir rolün ifasına dönük bir değerlendirme değil, özünde kötü niyet taşıyan bir saldırıdır. Herhalde bu nedenle olacak, başbakanımız intihalden suçu sabit olan müşteşarını değiştirmemekte ısrar etmekte, Türk Hava Yollarını dünyanın nitelikli havayollarından biriyken bir geri kalmış ülke havayoluna dönüştürmekte olan kadrolardan takdirlerini esirgememekte, çok önemli iktisadi kurullara ehliyeti çok tartışmalı bir takım zevatı atamayı tabii görmektedir. Keza Ali Dibo sendromunu eleştirenlere karşı vaziyet alışı da aynı zihniyetin ürünüdür.
Sorunlar sadece dışlanmışlık duygusunun olumsuz sonuçlarından ve cemaatçilik anlayışının devlet yönetiminde yarattığı güçlüklerden kaynaklanmıyor. Buna bir de hükümetimizin uzun vadeli düşünememe, önemli ve önemsiz sorunları ayıramama, önceliklerini belirleyememe zaafını eklememiz gerek. Böyle bir sorun son zamanlarda kendini fazlasıyla belli ediyor. O zaman da insan düşünmeden edemiyor. Acaba hükümet, daha önceki hükümetler tarafından belirlenen program ve önceliklerle bir yere geldi de, iş başa düşünce ne yapacağına dair bir fikri mi yok? Dilerim ki öyle değildir.