"KAZAN KAZAN YERİNE KAYBET KAYBET STRATEJİSİ"
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça siyasi hayatımızın ve özellikle demokrasimizin bir kalite erozyonuna uğradığını herhalde sizler de farkındasınız. Muhalefet partilerimiz başbakanı cumhurbaşkanı seçtirmeyeceklerini ilan ederken, ana muhalefetimiz kime hitap ettiği anlaşılmayan cümlelerle, “bunu durdurun” diye davette bulunuyor. Demokrasilerde siyasi sonuçlara hangi yollardan ve nasıl gidileceği bellidir. Dolayısıyla, bu tür çağrıların kamuoyuna ve seçmene, “uygun yollardan tercihinizi belirtin” demek olduğunu düşünmek tabii olurdu. Ancak, siyasi tarihimizde partilerimizin siyasette yapamadıklarını gerçekleştirmek için zaman zaman başka güç kaynaklarıyla işbirliğine başvurmaktan çekinmedikleri hususu henüz hafızalarda tazeliğini koruduğu için, ana muhalefetin mezkur daveti olağan demokrasilerdekinden farklı yorumlanmakta, siyaset dışı güçlerin uyarıldığı akla gelmektedir. Göründüğü kadarıyla, ana muhalefetimiz tutumunun böyle bir yoruma tabi tutulmasından şikayetçi değildir. Belki de, böyle yorumundan fayda sağlamayı dahi ummaktadır. Bu vesile ile demokrasimizin dayanması gereken temel ilkelerin henüz ana muhalefet tarafından bile yeterince içselleştirilemediği izlenimi hasıl oluyorsa da anlaşılıyor ki, önemli olanın sonuç almak olduğu düşünülüyor. Geçmişte de gördük, bizim partilerimiz demokrasinin korunması ve gelişmesi üzerinde anlaşmayı becerememiş, kısa vadeli çıkarlar peşine takılarak geçici demokrasi tatillerine sebep olmuşlardır.
Siyasi mücadelede istenilen sonuçları elde etmek gayretiyle, demokrasinin işlemesi için vazgeçilmez denge ve denetim araçlarını da yıpratabilecek yollara yönelmekten de çekinmiyoruz. Ana muhalefetimiz, emekli bir yargı mensubunun cumhurbaşkanını seçmek için meclisin üye tamsayısının üçte ikisi ile toplanması gerektiği yorumunun peşine hiç tereddüt göstermeden takıldı. Varolduğunu iddia ettiği kurala uyulmaması durumunda hemen Anayasa Mahkemesi’ne koşacağını ifade etti. İnandırıcılıktan uzak böyle bir yorumunu benimseyip, siyasi bir sorunu hukuk sorununa dönüştürerek, Anayasa Mahkemesi’ne havale etmenin bu kurumu ne oranda yıpratacağını düşünmedi bile. Benzer bir sorunun daha şu sıralarda gelişmekte olduğu dikkati çekiyor. Başbakanımızın okuduğu bir şiir dolayısıyla uğradığı mahkumiyetin milletvekili seçilmesine engel teşkil etmediği hernekadar Yüksek Seçim Kurulu tarafından kabul edilmişse de, cumhurbaşkanı seçilmesine engel teşkil edebilirmiş. Şayet muhalefet tarafından benimsenecek olursa, bu yorumun isabetinin de yargı tarafından değerlendirilmesi gerekebilir. Yargıya, aslında taşımaması gereken yeni bir siyasi yükü vermek olasılığı ile karşı karşıyayız. Siyaset aracılığıyla varmamız gereken uzlaşmayı beceremeyip, siyaset sorunlarını yargıya aktardığımız zaman, hem demokratik siyaset hem de demokrasinin temel direği olan yargı kurumlarını yıpratabileceğimizi hesaba hiç mi hiç katmıyoruz.
İsterseniz biraz da siyasi mücadelede söylenenlere bakalım. Son günlerin modasının kirli çamaşırlar olduğunu sizler de izliyorsunuzdur. Kirli çamaşır torbaları açılmayagörsün, her parti muhalifleri hakkında topladığı kimi eksik, kimi asılsız, pek azı da doğru bilgileri birbirine karşı kullanarak seçmen katında puan toplamaya çalışır. Böyle bir tartışmanın sonucunda tüm siyasetçilerin itibarının birlikte düşeceğini görmemek mümkün değil ama partilerimiz ve liderlerimiz kendilerini tutamıyorlar. Tabii, bu mücadeleye bir de kullanılan dili eklemek gerek. Bu bakımdan liderler arasında fark yok demek doğru olmaz ama zerafetten uzaklık adeta genel kural. Büyüklerimizin halkımızın anlamasına katkıda bulunur diye mi gerek üslup gerek kelime tercihinde sokak çocuğu Türkçesini tercih ettiklerini bilmiyorum ama, seçmen kendisi temsil eden kişilerin kendisinden öteye niteliklere sahip olmasını bekler. Avamlaşmanın kazanç getirmekten çok, siyasilerini itibarını aşağıya çektiğini, bu işten kimsenin kazançlı çıkmadığını sezmek pek mi zor? Herhalde!