SİYASET PENCERESİ MUTLULUĞUN VE KIZGINLIĞIN YÖNETİMİ İlter TURAN 17-18 Aralık 2004’e kadar milletimiz sabırsızlıkla AB ile olan ilişkimizin nasıl gelişeceğini merakla bekledi. Yapılan kamuoyu araştırmaları AB üyeliği yönünde ilerlememizin toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından arzulandığını gösteriyordu. Hepimizin izlediği müzakereler çetin, gerilimli, bir ara kopma noktasına kadar sertleşen bir biçimde seyretti. Sonuçta Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlanması için bir tarih belirlendi, fakat üyelikle ilgili bir dizi koşul ileri sürüldü. Sonucu herkes kendine göre değerlendiriyor. Herhalde ulusal hasletimiz olacak, elde edilen sonucu mutlaka ya bir zafer ya da bir hezimet olarak tanımlamak temayülü ortama egemen. İktidar partimize soracak olursanız büyük bir başarı elde edilmiştir, muhalefet partilerimiz ise nerede ise ülkemizin esir alındığını iddia edecekler. Kamuoyumuz siyasilerimize göre daha fazla aklı selim sahibi olduğu için partilerimizin sınırsız böbürlenmelerinden ya da eleştirilerinden fazla etkilenmiyor. Bununla beraber, olaylara bakarak mutluluk ve kızgınlık arasında gidip geliyor. Sözünü ettiğimiz duygusal zikzakların yönetilmesi, başka bir ifade ile kontrolden çıkmaması lazım. Bunu kim sağlayacak? Hükümetimiz, partilerimiz, medya, üniversiteler. Pekiyi bu işi yapıyorlar mı? Olumlu yanıt vermek pek kolay değil. Partilerimiz incelikten yoksun, populist yönü ağır basan bir söylem içindeler. Özellikle muhalefet partilerinin istisnai bir sorumsuzluk örneği verdikleri kesin. Ciddi muhalefet partileri gelecekte bir gün kendilerinin de iktidar olabileceklerinin bilincinde olduklarından sorumsuzca beyanlardan, değerlendirmelerden kaçınırlar. Bizim muhalefet liderlerimiz, sanıyorum bir gün iktidara gelmelerinin ciddi bir olasılık olmadığının bilincinde olduklarından, akıllarına geldiği gibi konuşmakta herhangi bir sakınca görmemekte, dramatik laflar ederek oy toplayacaklarını zannetmektedirler. Fakat biz sadece partilerimizi eleştirerek haksızlık etmeyelim. Akademisyenlerimiz, medyamız da pek başarılı bir sınav vermiyorlar. Örneğin, bilim adamlarımızdan beklediğimiz analitik ve dengeli değerlendirmeler, konuların çok boyutluluk ve giriftliğini anlaşılabilir hale getirerek kamuoyunu aydınlatacak çabalar. Halbuki, ekranda ya da gazetelerde ise sık sık muhalefet partilerimizi dahi aşan bir partizanlık ve dogmatizm sergileyen “bilim adamı” sayısı hiç de az değil. İsterseniz kamuoyunun yaşadığı duygusal fırtınaları yönetmeleri gerekenlerin başarısızlıklarını bir yana bırakalım, sorun nereden kaynaklanıyor ona bakalım. Sizlerin de gözlediği gibi, 18 Aralık’ta AB Konseyi’nin Türkiye’ye dönük olumlu karar alması ile ülkemizin tam üyeliğine ilişkin tartışmalar sona ermedi. AB Komisyonundan olmasa bile, üye ülkelerin liderlerinden, muhtelif gruplarından, bazen de kimi ve neyi temsil ettiği bilinmeyen zevattan eleştiriler, talepler, hatta tehditler geliyor. Basınımız, medyamız mukayeseli ve analitik bir bakış süzgeçi kullanmadan bunları yayınlıyor. İnsanlarımız AB üyeliğine giden yolda ülkemizin itilip kakılacağından, vermesi mümkün olmayan ödünler isteneceğinden endişe etmeye başlıyor, kızıyorlar. İnsanlarımıza bir dengeli bir değerlendirme çerçevesi verilmesi gerekiyor. Örneğin Türkiye’ye ilişkin bir değerlendirmeyi ya da talebi kim yapmış; nerede, nasıl bir ortamda yapmış; bunu yapan aktör güçlü müdür, başkalarını ne derecede etkileyecek konumdadır, talep Türkiy-AB ilişkisi çerçevesinde ele alınmaya elverişli midir? Bu tür soruları çoğaltmak mümkündür ama buna gerek var mı, bilmiyorum. İfade etmeye çalıştığım sorunu iki örnekle de açıklamaya çalışayım. Bakıyorsunuz, bir Fransız Bakan Türkler Ermeni soyukırımını tanısınlar diye demeç veriyor. Hemen kızıp, paniğe kapılıp, “gördünüz mü bunlar daha neler istiyecekler diye endişelenmemeliyiz. Ermeni sorununun AB üyeliği ile doğrudan bir ilgisi yok. Ama bir yıl sonra görevde olması dahi muhtemel olmayan bir Fransız Bakanın, muhtemelen bir kısım seçmene selam diye söylediği bir sözü bir ciddiye alırsak, o zaman sözün sahipleri de ciddi ciddi bizden taleplerde bulunmaya başlarlar, hatta bu mesnetsiz taleplerden vazgeçmek için nazlanıp, bizden başka alanlarda ödünler koparmaya çalışırlar. Ya da bakıyorsunuz, hükümetimizin AB’ne gönderdiği ve 17-18 Aralık kararının bazı hükümlerinin AB ilkelerine aykırı olduğu mektubunu muhalefet iş işten geçti diye eleştiriyor. Bilmiyorum ama, bir ihtimal Türkiye’ye “biz şimdilik falanca lideri ya da ülke kamuoyunu ikna için kararı böyle çıkartalım sonra siz itiraz edin, düzeltelim,” denmiş dahi olabilir. Muhalefetimiz bu işi geniş bir perspektifle değerlendirse de, AB içindeki muhaliflerimize siz zaten herşeyi benimsediğinizi beyanlarınızla teyit ettiniz deme fırsatı vermese iyi olmaz mı? Türkiye AB ike ilişkilerinde mutluluk ve kızgınlığı birarada yaşamaktadır. Her ikisinin de yönetilmesi, mutluluğun yersiz bekleyişlere yol açmaması, kızgınlığın da ilişkileri yürütülemez hale getirmemesi lazımdır. Kamuoyunun duygularını yönetilmesi hükümetimizin, partilerimizin, bilim adamlarımızın, medyamızın işidir. Şu anda bu işin iyi yapılması üzerinde durmazsak, ilerde kontrol edilmesi olanaksız durumlarla karşılaşabiliriz. Toparlanma vakti geldi, geçiyor.