KAZANDIĞINI SANANLAR DAHİL HERKES KAYBEDİYOR!
Bazen liderlerimiz öyle işler yapıyor, öyle şeyler söylüyorlar ki, insan nereden başlayayım da eleştireyim diye şaşkınlığa uğruyor. Son günlerde PKK koordinatörlüğü konusunda da böyle bir olay yaşıyoruz. Olay malum. Kuzey Irak’ta yuvalanan PKK’nın, burada kurduğu kamplarda terrörist yetiştirdiği, bu elemanların sık sık sınırlarımızı aşarak baskınlar düzenledikleri, beraberlerinde getirdikleri patlayıcılarla bombalamalara yöneldikleri biliniyor. Bir kısım terrörist, görevini tamamladıkltan sonra yine Irak’a dönüyor. Saddam Hüseyin döneminde, Türkiye’nin Irak’la bir sıcak takip anlaşması vardı. Terröristleri kovalayan silahlı kuvvetlerimiz Irak sınırını aşabiliyordu. Dolayısıyla, hemen sınır ötesinden Türkiye’ye karşı hareketler düzenlenmesi kolay değildi. Amerikan işgalinden sonra bu olanak ortadan kalktı. Birleşik Devletler Irak’ta bir türlü asayişi tesis edemiyor. Kuzey’de yerleşik PKK unsurlarını etkisizleştirecek askeri bir önleme de öncelik veremiyor. Elinde böyle bir gücü yok. Olsaydı kullanır mıydı, onu bilemeyiz. Bu durumda, bir süre bize Irak hükümetiyle işbirliği yapın, siyasi çözüm yolları üzerinde düşünün türünden açık ya da kapalı telkinlerde bulundular, bu tavsiyelerinin içerdiği güçlük ve tutarsızlıkları görmezden geldiler. Kuzey Irak’ta yönetime hakim olan unsurlar ise Türkiye’nin dertlerine karşı yüksek duyarlılık göstermiyorlar. Amerika ise Irak’taki tek müttefiklerine ricacı olmaktan öteye birşey yapma gücünü kendinde bulamıyor.
Üç gelişme Amerika’nın durumu daha fazla idare etmesinin güçleştirdi. İlkin, Türk kamuoyu PKK terörü konusunda yeterince destek vermediğine inandığı Birleşik Devletleri giderek daha sık suçlamaya başladı. Kamuoyu yoklamaları Türk halkının eski dostundan giderek sanılandan fazla soğumaya başladığını gösteriyor. Destek düşüşünün vahim olduğu da söylenebilir. İkinci olarak, Amerika’nın Türkiye’nin PKK ile mücadele taleplerine kayıtsız kalması, Türkiye’nin İran ve Suriye ile yakınlaşmasını ve işbirliğine yönelmesini perçinliyor. Bu iki ülkeyi baş düşman ilan eden bir ülkenin böyle bir yakınlaşmadan memnun kalacağı söylenemez. Son olarak, Türkiye sürekli olarak bu konuda sabrının sınırları olduğunu ve sınıra yaklaşılmış olduğunu ifade ediyor. Doğrulanmasa da, Türk topçusunun ve uçaklarının Kandil Dağını bombaladığı türünden haberler ortalıkta dolaşıyor. Şayet Türkiye Kuzey Irak’a karşı daha ciddi bir askeri müdahaleye başvuracak olursa, bunun ülkemiz açısından doğuracağı sıkıntılar bir yana, Birleşik Devletleri de büyük sıkıntıya sokacağı aşikar. Kuzey Irak’taki dostlukları kollayayım derken, Orta Doğu, Akdeniz, Güney Avrupa ve Kafkasların güvenliği açısından çok daha önemli bir ülkenin dostluğundan olmak herhalde pek isteyeceği birşey değil.
Amerikan yönetim geleneğinde, üzerinde önemle durulması gereken bir konu ortaya çıktığı zaman bu işi yapmak üzere bir kişinin özel olarak görevlendirilmesi bilinen bir uygulamadır. Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK varlığı ve icraati ilgili şikayetleriyle ilgilenmek üzere General Ralston’un görevlendirilmesi bu çerçevede önem kazanıyor. Şahsi kanaatim, bu girişim Amerikan yönetiminin sorunun üzerine daha fazla eğilme niyetinin bir ifadesidir. Gelin görün ki, konuları pek fazla incelemek, genel bir bilgi çerçevesi oluşturmak gibi alışkanlıklarını çoktan terketmiş bulunan liderlerimiz, seviyesi hakkında bir beyanda bulunmamayı tercih ettiğim değerlendirmelerle bizleri “tenvir ve irşat” ediyorlar. Dış politika ile ilgili değerlendirmelerde, muhalefetimizin “ben aynı durumda olsaydım ne yapardım” sorusunu sorması, tepkilerini bu soruya verdiği cevap muvacehesinde ifade etmesi zorunludur. Örneğin, ABD PKK koordinatörü atayınca, biz atayamazsın diyebilir miyiz? Bu kişinin Türkiye’ye gelip terörle ilgili muhtelif kurumların yetkilileriyle ayrı ayrı temas etmesi mi daha iyi, yoksa tek muhatabının bulunması mı? Koordinatörün ülkemize geldiği zaman kimseyle görüşmesine izin vermememiz siyaseten mümkün mü? Dünyada Türk hükümetinin terörle işbirliğinden kaçtığına, işi mutlaka askeri harekatla halletmeye çalışmasına dair bir izlenimin yaygınlaşması bizim dış politikamızın yürütülmesine fayda mı sağlar, yoksa zarar mı verir? İsterseniz soruları fazla uzatmayayım.