MALİYE BAKANININ KIZGINLIĞINDAN ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE
Maliye Bakanımız Erdemir’de görevini bırakan ve firmanın kime satılması gerektiği konusunda hükümetin tercihlerinden farklı değerlendirmelerde bulunan yetkililere kızmış ve kendi işlerine baksınlar, onların işleri sadece şirketi iyi yönetmek mealinde bir açıklamada bulunmuş. Sayın Bakan hem haklı hem haksız. Haksız olduğu nokta, bir şirket yöneticisinin, bu şirket devlet şirketi olsun olmasın, yapılan işleri ve gidilen istikameti onaylamaması durumunda görevinden ayrılması koşuluyla görüşlerini açıklama özgürlüğüne sahip olduğunu kabul etmemesidir. Hükümetle ilkesel ya da siyasaya ilişkin bir anlaşmazlığa düşen bir görevlinin görüşlerini ifade etmesi kadar tabii birşey olamaz. Aslında Erdemir’in görevden ayrılan yöneticileri her zaman şahit olmadığımız medeni bir davranış sergilemişler ve anlaşıldığı kadarıyla, küçümsenmesi kolay olmayan ücretleri ve yan gelirleri bir yana bırakarak, kendi görüşlerini korumayı tercih etmişlerdir. Buna kızmamak, saygı ile karşılamak sanıyorum daha doğru olacaktır.
Ancak, Maliye Bakanımızı hemen haksız bulmayalım, eğer yanılmıyorsam, kendisini kızgınlığa sevkeden faktörler daha geneldir. Bizde, çok partili hayata geçilmesinden itibaren bürokrasi seçimle iktidara gelenlere her zaman şüphe ile bakmış, bu kişilerin seçim kazanmak için herşeyi yapabileceklerini düşünmüştür. Bunun sonucunda, devleti korumak gibi tanımlanması sanıldığı kadar kolay olmayan bir gerekçeyi kalkan edinerek, siyasilerin yapmak istediklerini engellemeye çalışmıştır. Kimin iktidar olduğundan bağımsız olarak, hemen her dönem seçilmişlerle bürokratlar arasında gerilimli ilişkiler olmuştur. Sayın Unakıtan bu olguya karşı isyan ediyorsa -ki öyle olduğunu zannediyorum- o zaman kendisini haklı bulmak gerekecektir.
Aslında sayın bakanın karşılaştığı sorun, ülkemizde devlet-toplum dengesinin Batı demokrasilerinden farklı bir şekilde kurulmuş olmasından kaynaklanıyor. Bizim modernleşme serüvenimizde, toplumsal değişmenin itici gücü ekonomik temelli olmayıp siyasidir ve devletten gelmiştir. Merkezden uygulanan modernleşme projelerine toplumun uyum sağlaması süreci istenen hız ve kapsamda gerçekleşmeyip bazı direnmeler ortaya çıkınca, merkez toplumun
kendisi için iyi olanı dahi kestiremediğini kabul etmiş, toplumu denetlemenin gerekli olduğu görüşünü benimsemiştir. Topluma kuşku ile yaklaşılınca,
devletin toplum karşısındaki konumunun sağlamlaştırılmaya yönelmesi tabiileşmiştir. Bu yaklaşım o kadar güçlüdür ki, toplumla devlet arasında yansız olması beklenebilecek yargı bile ilk görevinin devleti korumak ve kollamak olduğunu düşündüğünden, kendisinden beklenen yansızlığı her zaman gösterememektedir. Örneğin, idari yargı zaman zaman kararlarını gerekçelendirirken, siyasetçilerin kullanması daha tabii olan bir mantığa başvurmakta, mesela bir işletmenin özelleştirilmesinin ulusal çıkarlara uygun olmadığını ileri sürebilmektedir. Keza Cumhurbaşkanının veto gerekçelerinde de bazen aslında siyasi karar alıcıya bırakılması daha uygun olan değerlendirmeler yer almaktadır.
Özellikle 1981 anayasasında, siyasilere ait olması beklenebilecek tasarruf alanları devlet bürokrasisine aktarılmış, böylece demokratik sürecin ortaya çıkardığı sonuçların etkisi dışında kalan geniş bir karar alanı ihdas olunmuştur. Siyaset tabiileştikçe, seçimle görev gelenler kendilerini sınırlayan ve güçsüzleştiren kayıtlardan kurtulmak istemektedirler. Bu tavır sadece günümüzün iktidarının benimsediği birşey değildir. Hemen her iktidar, farklı konularda da olsa, kendi karar alanına koyulan kısıtlamalardan şikayetçi olmuştur. Bir iktidar ne kadar çok alanda ve hacmi ne kadar büyük iş yapmak istemişse, durumdan şikayetleri de o oranda daha yoğun olmuştur. Uzun mücadeleler sonucunda özelleştirmeye ilk defa ciddi bir ivme kazandıran hükümetin, özellikle Maliye Bakanının hırçınlığı, eminim ki, iki yöneticinin istifa ederek görüşlerini açıklamalarından çok daha öteye uzanan ve anahatlarını özetlemeye çalıştığımız bir durumdan kaynaklanmaktadır.