A.İlter TURAN
SİYASET PENCERESİ
Demokrasi açığı deyimiyle muhtemelen tanışmışsınızdır. Genellikle, yöneticilerin seçilmesinde ve yönetimlerin verdiği kararlarda vatandaşların yeterince yer almamasını anlatmak için kullanılan bir deyim. Örneğin, AB’nin bir tür bakanlar kurulunu oluşturan Avrupa Komisyonu’nun üyeleri AB ülkelerin vatandaşları tarafından seçilmiyor, AB Konseyi’nce tayin ediliyor. Bu önemli göreve gelenlerin seçilmemesi demokrasi ile yönetilen ülkelerin birliği açısından bir demokrasi eksikliği olarak görülüyor. Demokrasi açığı sadece seçimlerle sınırlı değil. Yöneticilerin kararlarında vatandaşların sürecine katılması ve etkili olmasını da kapsıyor. Ülkemizde yürürlükte olduğu ileri sürülen ileri demokrasinin açıkları ise sadece vatandaşlara siyasi süreçlere katılmaları için yeterince fırsat sunulmamasından ibaret olsa, “Eh ne yapalım, biz de AB üyelerinkine benzeyen dertlerden muzdaripiz, bu sorunu aşmağa çalışmamız lazım” der, geçerdik. Maalesef, durum daha vahim. Daha önceki sohbetlerimizde dile getirmeğe çalıştığımız gibi, demokrasinin vazgeçilmez boyutu olan hukuk devleti ilkelerini gözetmekte yetersiz kalıyoruz. Fikir ifade edenleri terör gerekçesiyle tutukluyor, cezalandırıyoruz. Tutukluluk süreleri uzun. Yargı süreci o kadar uzun olabiliyor ki, insanlar adalet hizmetinden yaralandıklarını bile anlayamıyorlar. Bugün bir başka demokrasi açığı üzerinde durmak istiyorum. Malumunuz, toplumun siyasi süreçlere katılması, bunları etkilemesinde aracılık yapan başlıca kurum siyasi partilerdir. Anayasamız partileri “demokrasinin vazgeçilmez unsurları” diye nitelendiriyor. Gelgelelim, Türkiye’de demokrasi açığının en yerleşik olduğu kurum acaba hangisi diye sorsanız, şahsen “siyasi partilerimiz” diye cevap verirdim. Neden derseniz, bir kere partilerimizin üye sayısı düşük. Partileşme oranlarımız, diğer demokrasi ile yönetilen ülkelerin gerisinde kalıyor. Gelelim ikinci konuya. Partilerimiz seçimle gelinen görevlere gösterecekleri adayları partililerin katıldığı önseçimlerle belirlemiyor. Genel başkanlar “şu olsun, bu olmasın” diye tensip buyuruyorlar. Böylelikle, parlamentoyu genellikle kendi seçmen temelleri zayıf, seçilmelerini genel başkana borçlu ve dolayısıyla ona itaat etmek baskısı duyan kişiler dolduruyor. Böyle bir heyet parti başkanını denetleyecek bir unsur oluşturmak bir yana, daha çok onun dediklerini yerine getirmek için yarışan bir uysal siyasiler topluluğuna dönüşüyor. Söylediğimin en iyi göstergesi TBMM’deki parti gruplarını toplantılarıdır. Toplantı açılırken, parti başkanı alkışlarla içeri giriyor, konuşmasını yapıyor, çoğu zaman başkalarının konuşma imkanı bile yok. Hele biri konuşsun , başkandan farklı bir şey söylesin, eminim yuhalanarak kovalanır. CHP kendi adaylarını belirlemekte önseçimi yaygınlaştırma sözü verdi. Bakalım uygulayabilecek mi? Son husus, üyelerin düşüncelerini, tercihlerini, eleştirilerini parti yöneticilerine ulaştıracakları platform olması gereken parti kongreleriyle ilgili. Kavga etmeden yarışmayı yeterince öğrenemediğimiz için, ister yerel, ister ulusal olsun, parti kongrelerimiz çatışmasız, kavgasız olmaz. Ancak, AKP’nin İstanbul’daki 1930lar Almanyası’nı andıran kongresine bakılacak olursa, bunlar da kolayca liderin hakimiyetini tescil merasimine dönüşebiliyor. Kurban ise demokrasi. Kim ne derse desin, demokrasi açığımız büyüyor. Demokrasiler dünyasından uzaklaşıyor, otoriter rejimlere yaklaşıyoruz.