KAYBEDENLERE BUNU ANLATMAK KOLAY DEĞİL!

KAYBEDENLERE BUNU ANLATMAK KOLAY DEĞİL!

İlter TURAN                                                                                 

                                  siyaset penceresi

 

Avrupa Birliği ile olan ilişkimizin ilerlemesini arzulayanlar ve bu ilişkiye karşı çıkanları karşılaştıracak olursak, acaba bu iki grup arasında ne gibi farklar bulabiliriz? Bu soruyu yanıtlamaya yönelmeden hemen belirtelim ki, son zamanlarda bazen AB resmi kurumlarından da kaynaklanan ama daha çok üye ülkelerinTürkiye’ye dönük olarak uyguladığı çifte standarttan dolayı bu ilişkinin gelişmesini isteyenler bile biraz kızgınlar. Dolayısıyla AB yandaşlarının ve muhaliflerinin farklarını belirlemek şu an için zorlaşmış olabilir. Soruyu yanıtlarken daha geniş bir zaman perspektifi içinde düşünmek gerekiyor.

 

         İnsanların bir olguya, bir gelişmeye karşı  aldıkları vaziyeti anlamak için ilk bakılması gereken husus, gelişmenin onları nasıl etkilediğidir. Gelişmeler sonucunda kişilerin refahı artıyorsa,  kendilerini daha iyi bir geleceğin beklediğine inanıyorsa, değişime olumlu yaklaşmaları söz konusu olacaktır. Buna karşılık, gelişmeler kişilerin refahının azalmasına yol açıyorsa ya da gelecekte böyle olacağına inanılıyorsa, geleceğe güvenle bakılamıyorsa, kişilerin rahatı kaçıyorsa, o zaman değişime karşı vaziyet almak normal olacaktır. Türkiye’nin AB yolculuğu nasıl bir değişim getirmektedir? Bu işte kaybedenler ve kazananlar kimlerdir? Sanıyorum desteğim kökenlerini tahlil edebilmek için bu soruları sormamız gerek.

 

Ülkemiz AB yolculuğuna Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulduktan çok kısa bir süre sonra başladı. O zamanın Türkiyesi’ne devlet bürokrasisi ve ithal ikamesi yoluyla varlıklarını genişleten iktisadi kesimler egemendi. AET ile bir ortaklık ilişkisine girme kararımız da genel bir dış politika ilkesinin özel bir duruma uygulanması idi. Genel kural, Türkiye’nin Batı Avrupa’da meydana gelen temel kurumsal örgütlenmelerin dışında kalmaması idi. Özellikle Yunanistan’ın gerisinde kalmamak ve birlikte hareket etmek esastı. İki kutuplu dünyada Batı Bloku içinde yer alıyorduk. Bu yerimizi daima sağlamlaştırmak gerektiğine inanılıyordu. Siyasete egemen zümreler bu yöndeki politikaları destekliyorlardı. Ayrıca bunu Türkiye’nin Batılılaşma misyonunun bir gereği olarak da algılıyorlardı.  Geniş kitlelerin bu ilişkinin faydası ya da zararı konusunda fazla bilgileri ve dolayısıyla kanaatleri bulunmuyordu. İlişkilerimiz ağır aksak yürüdü. Bunları rayına oturtmak, bütünleşme yoluna girmek konusunda aceleci davranmadık. Biz bütünleşmek istemiyor ama işin dışında kalmaktan da çekindiğimiz için devrede kalmaya gayret ediyorduk.

 

Ülkemizi kökten değiştiren rahmetli Özal’ın reformları oldu. Daha doğrusu süreç 1980’de Sayın Demirel’in başbakanlığı sırasında 24 Ocak kararları ile başladı. Özal döneminde büyük ivme kazandı. Ekonomimizde ithal ikamesi terkedildi. İşletmelerimiz dünya piyasaları için mal üretmeye yöneldiler. İhracatımız artmaya başladı. Muhtelif buhranlar yaşansa da, eskiden görülen hacimlerin çok üzerinde üretim, ihracat-ithalat ve tüketim gerçekleşti. Artık global ekonominin  bir parçası oluyorduk. Ekonomi, üretim biçileri, işletmeler, ve nihayet siyaset dahi bu gerçeğe göre şekillenmeye başladı. Bu değişim sırasında kaybedenler, kazananlar kimlerdi? Kapalı ekonomide korunarak ithal ikamesi için kurulmuş bir kısım işletme yeni rekabetçi ortam karşısında yıkıldı. Karlılık hesabı yapmayan, hangi sosyal amaca hizmet ettiği de belli olmayan kamu iktisadi teşekkülleri de ekonominin genel sıhhatini tehdit eder hale geldikleri için özelleştirildiler veya kapatıldılar. Sayıları ve ekonomideki payları azaldı. Yeni dağıtım ağları oluştu. Küçük işletmeler, dükkanlar, bakkallar, atelyeler, ktisadi herhangi bir hesaba dayalı olarak üretim yapmayan tarım birimleri (işletmeler demeye dilim varmıyor) zorlanmaya başladılar. Üniversitelerimiz bile bu gelişmenin dışında kalamadı. Bir kısmı dünya üniveristesi olmaya gayret edip belirli başarı sağlarken, diğerleri dünyadan ve hatta ülkeden kopuk kurumlara dönüşüyorlar.

 

Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin üyelik yoluna girmesi, sözünü ettiğim globalleşme sürecinden çok daha sonra söz konusu olmuştur. Ülkemiz globalleşme yolunda ilerlerken, toplum içinde yeniden bir güç dağılımı gerçekleşiyor. Bu süreçte kaybedenler mutsuzlar. Globalleşme, bürokratik seçkinlerimizi de güçsüzleştiriyor. İthal ikamesinden, kapalı piyasadan güç alanlar silinme noktasına geldiler. Esnafın gücü eriyor. Bütün bunlar Avrupa Birliği’ne üyelik yoluna girmeden zaten oluyordu. Avrupa Birliği yoluna girmek, olsa olsa bu gelişmeleri daha sistematik bir çizgiye oturtuyor.

 

AB’ne karşı iki tür muhalefet var. Bir kısım, bu kuruluşun şu anda Türkiye’ye karşı izlediği poitikaya karşı çıkıyor ama AB ve üyelik fikrine kökten karşı değil. Bir de AB’ne karşı kökten muhalifler var. Görebildiğim kadar, bu ikinciler globalleşme sonucu kaybedenler. Tabii, bu grup Türkiye-AB ilişkileri tıkansa da kaybetmeye devam edecek çünkü sorunlarının kaynağı globalleşme. Türkiye’nin ise bu noktada kendisini globalleşme süreçlerinin dışına çıkarmasına olanak yok. Hatta AB gibi bölgesel bir birleşme aracılığıyla globalleşmeyi daha iyi denetleyebilecek ve onun şoklarını daha az hissedecek bir konuma gelebilir. Ama kaybedenlere bunu anlatmak pek kolay değil.

Sitemizde yayınlanan makale, yazı, döküman, dosyalar ve resimler izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Copyright © 2014 Ruyiad Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemap