BU İŞLER NASIL YOLA GİRECEK BİLEMİYORUM!

BU İŞLER NASIL YOLA GİRECEK BİLEMİYORUM!

 

İlter TURAN                                                                                 

                                  siyaset penceresi

 

         Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 seçimlerini kazandığı dönemi yakından hatırlıyorum. Yüzde on barajlı seçim sisteminin cilvelerinin sonucunda tek başına iktidara geldiği anlaşıldığı zaman, kökenleri MNP-MSP-RP-FP-SP geleneğine uzanan, Milli (Dini diye okunması gerekiyor) Görüş Teşkilatında yetişmiş kadroların göreve gelmelerinin Cumhuriyetimizin temelini teşkil eden laiklik açısından ciddi bir sorun oluşturacağı ileri sürülmüştü. Bu endişeyi paylaşmayanlar, yeni partinin geldiği gelenekten pragmatik olması bakımından ayrıldığını, partiyi iktidara getiren oy bileşiminin dini eğilimlerin yandaşı olmaktan çok diğer partilerden memnun olmayan seçmenlerden teşekkül ettiğini ve AKP’nin de ülkeyi bu gerçeği gözeterek yöneteceğini dile getirmişlerdi. Ayrıca, kurumsallaşmış bir demokratik hukuk devletinde iktidara gelenlerin herşeyi istedikleri gibi değiştirme gücüne sahip olmadığına da işaret etmişlerdi.

 

         AKP iktidarı ilk dönemlerinde böyle bir partinin iktidar olmasının rejim sorunları getirmediğini savunanları haklı çıkaracak icraatte bulundu. İktisadi reform programı ısrarla uygulandı ve başarı sağlandı. Başbakan popülist siyaset devrinin artık bittiği mesajını ısrarla verdi. Avrupa Birliği üyeliğine doğru yol almak için gerekenler yapıldı ve sonucunda üyelik sürecine girme başarısı sağlandı. Ülkemiz daha demokratik, daha müreffeh bir ortama ilerliyor diye düşünenler sevindiler. Uluslararası camia da bu olumlu değerlendirmelere katılıyor olmalı ki, ülkemize ilgi yoğunlaştı, yabancı sermaye girişleri arttı, Türkiye yükselen ülkelere örnek olarak gösterilmeye başlandı. Herşey pek yolunda gibi gözükürken, son aylarda hükümetimizin havası ve icraati değişmeye başladı, AKP iktidarını kuşkuyla karşılayanlar acaba haklılar mıydı dedirtecek olaylar birbirini izlemeye başladı. Çok sayıda önemli devlet görevi vekaleten yürütülüyor. Bu halkaya en son hükümetten özerk olması ve tamamen profesyonelce yönetilmesi gereken Merkez Bankası da eklendi. Yeni açılacak üniversitelere yasada öngörülenden farklı bir yöntemle rektör atanmak isteniyor. Hükümetin atayacağı rektörlerin belirgin niteliğinin ne olacağını hemen herkes tahmin edebiliyor. İşgüzar eğitimciler okullarda Umre mükafatlı Peygambere mektup yarışmaları açmaktan çekinmiyorlar, hükümet ise olayı gamsızca karşılıyor. Başbakan kusurlu olduğu belli olan görev arkadaşlarını sanki onlar kendi şirketinin çalışanlarıymış gibi görevde tutmakta hiçbir sakınca görmüyor. Dış politikada da, birazdan açıklayacağımız gibi, din kaynaklı dayanışmanın arttığı endişesi var.


 

         İlk bakışta bütün bunlar hükümetin dinci bir çizgiye kaydığını düşündürtebilir fakat ben daha da vahim bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu zannediyorum. Başbakanımız ve yakınlarından bazıları iktidarda bulunmayı mutlak, sınırsız güç sahibi olmak zannediyorlar. Demokrasinin devletin kurumları arasında bir güç dengesi kurulması sayesinde işlerliğini koruduğunu; hükümete seçim kazanılarak gelinse bile, güçler dengesiyle korunmayan bir demokrasinin otoriter bir rejime dönüşme potansiyeli taşıdığını bilmez görünüyorlar. Daha da vahim olarak iktidarı kişiselleştiriyorlar. Devlet kurumlarını yapmak istediklerine engel olarak gördükleri ölçüde de, işleri bunların dışında ve bunları dışlayarak yürütmeyi tercih ediyorlar. Hükümetin yaptıklarını yakından izleyin, sanıyorum söylediklerimin doğrulandığını göreceksiniz. Bir bakıyorsunuz, başbakanımız mahkeme kararlarından kamuoyunun önüne şikayet ediyor. Bir bakıyorsunuz, her görevi vekaletle yürütmeyi Mecelle ile temellendiriyor, böylece hukuk konularında da bilgilendirilmeye ihtiyacı olduğunu farkında olmadan itiraf etmiş oluyor. Derken, Merkez Bankası’na başkan atama sürecinin iyi yönetilemediğini söyleyen TÜSİAD Başkanına çatarak, “Ben senin yatırımlarına karışıyor muyum, sen bana neden karışıyorsun,” diye seçkin bir cümle kuruyor. Bu arada, demokrasilerde herkesin hükümeti eleştirebileceğini, hükümetin şahıs malı olmadığını, geçici olarak şahısların işgal ettiği bir kamu görevleri dizisi olduğunu, buna karşılık TÜSİAD başkanının şirketlerinin kendisine ait olduğu için işlerine başkasının karışmasına herhangi bir zemini olmadığını farketmiyor.

 

         Evet, örneklerimize devam edelim. İktidarımız, önce Dış İşleri Bakanlığı mekanizmasını da büyük ölçüde dışlayarak, yani devlet kurumlarını işe karıştırmayarak, Hamas’ın Filistin dışında yaşayan ve terörle bağlantısı güçlü olduğu bilinen bir liderini, ülkemize davet ediyor. Bırakın Amerika’yı, bir dizi mutedil Arap liderini bile kızdırıyor. Sonradan, bu sorumsuzluğun Türk-Amerikan ilişkilerinde açtığı yarayı telafi etmek için, sanki sorun partisi ve Amerikan hükümeti arasındaymış gibi, siyasi sorumluluklarının nereden kaynaklandığı meçhul olan temsilcilerini Washington’a göndererek tuhaf beyanlarda bulundurtuyor. Görünüşe bakılırsa, pek inandırıcı da olamıyor. Örnekleri arttırmaya ihtiyaç olduğunu zannetmiyorum.

 

         Hükümetimizin, kuralları, kurumları olan bir ülkenin hükümeti olduğunu daha iyi kavraması, davranışlarını ona göre şekillendirmesi, yönünü ona göre çizmesi lazım ama, sadece başbakanın vatandaşlara hitap ederken sık sık başvurduğu üslubun dahi ümitvar olmayı zorlaştırdığını hatırlayalım. Bu işler nasıl yola girecek, bilemiyorum! Sizin bir fikriniz var mı?

Sitemizde yayınlanan makale, yazı, döküman, dosyalar ve resimler izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Copyright © 2014 Ruyiad Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemap